Silahsız Beyinler ve Kaybedilen Savaşlar

 Yağmurlu bir akşamüstü, kalabalık bir kahvehanenin köşesinde, eski bir masa başında oturuyordu Gregor. Elindeki kitabın sayfalarını çevirirken, önündeki kahve soğuyordu. Çevresindeki uğultuya kulak vermiyor, zihnini tamamen okuduğu satırlara kaptırmıştı. Fakat tam o sırada, masasına oturan bir yabancının sesiyle irkildi.

“Beyinlerimiz savaşsın isterdim ama görüyorum ki siz silahsızsınız, bayım.”

Gregor başını kaldırdı. Karşısındaki adam, eski ama gösterişli bir takım elbise giymiş, gözleri bir satranç oyuncusunun dikkatiyle parlayan biriydi. Cümlesindeki kibir, dudaklarının kenarına yerleşmiş hafif bir gülümsemeyle tamamlanıyordu.

“Bir savaşa mı davet ediyorsunuz beni?” diye sordu Gregor, gözlerini kitabından ayırmadan.

Yabancı sandalyesine yaslandı. “Aslında bir savaştan çok, zekâların çarpışmasını arzuluyorum. Ama sizin elinizde hiçbir silah yok. Ya da belki… kaybettiniz.”

Gregor gülümsedi. “Silahların görünmez olduğu bir dünyada, kimin silahsız olduğunu belirlemek pek de kolay değildir, bayım.”

Yabancı hafifçe başını salladı, bu yanıt karşısında şaşırmış görünmüyordu. “Belki de öyledir. Ama ben, zihnini savunamayanların çoktan kaybettiğine inanırım.”

Gregor, masaya dökülen birkaç kahve damlasına göz gezdirdi. Bu adam, onun düşüncelerinin kalelerle çevrili, surlarla korunan bir şehir olmadığını sanıyordu. Oysa Gregor, uzun zamandır hiçbir savaş vermediğini, çünkü hiçbir savaşın onu cezbetmediğini düşünüyordu. Düşüncelerini kelimelerle silahlandırmak yerine, suskunluk içinde kaybolmayı seçmişti.

“Bazı savaşlar kazanılmaz,” dedi Gregor, gözlerini kitaba tekrar indirerek. “Ve bazı insanlar, savaş açmaya değmeyecek kadar boş olurlar.”

Yabancı bir an duraksadı, sonra hafifçe gülümsedi. “Eğer savaşmıyorsanız, zaten kaybetmişsiniz demektir.”

Gregor başını iki yana salladı. “Bazen, bir savaşa girmemek en büyük zaferdir.”

Yabancı, ceketinin cebinden eski bir saat çıkardı, ona kısa bir bakış attıktan sonra ayağa kalktı. “Siz bilirsiniz, bayım. Fakat unutmayın, dünyada beyinlerin savaşı hiç bitmez. Ve silahsız olanlar, her zaman en önce unutulanlar olur.”

Gregor, onun uzaklaşan adımlarını duyarken, pencereden yağan yağmura baktı. İnsanlar birbirlerine savaşlar açıyor, zihinsel kavgalar veriyor, üstün gelmek için kelimelerle duvarlar örüyordu. Ama belki de gerçek bilgelik, hiçbir savaşa ihtiyaç duymadan, sessizliğin içinde kaybolabilmekti.

Ya da belki… Gregor çoktan silahsız bir adam haline gelmişti.

Kaybolan Zaferler

Yağmur, kahvehanenin camlarına ince ince çarparken Gregor kitabının sayfasını çevirdi. Fakat gözleri kelimelerin üzerinde gezinse de zihni hâlâ yabancının sözlerinde takılıydı. "Silahsız olanlar, her zaman en önce unutulanlar olur."

Gerçekten öyle miydi? Sessiz kalmak, savaşmamak, unutulmak mı demekti?

Fincanındaki kahve artık tamamen soğumuştu. Parmakları, bardağın kenarında gezindi. Savaş, ancak bir taraf saldırdığında başlardı ve o, hiçbir zaman saldırmayı seçmemişti. Ama bu, kaybettiği anlamına mı geliyordu?

Kahvehanenin kapısı gıcırdayarak açıldı. Yabancı gitmişti, fakat şimdi içeriye, Gregor’un eski bir dostu girdi: Franz. Uzun pardösüsünü çıkartırken gözleri Gregor’u buldu ve hafifçe gülümseyerek yanına yaklaştı.

"Ne düşünüyorsun, Gregor?" diye sordu Franz, sandalyesine yerleşirken.

Gregor omuzlarını silkti. "Düşünüyorum ki, insanlar neden bu kadar çok savaşmak istiyor?"

Franz, önüne gelen çaydan bir yudum aldı. "Belki de insanlar, sessizlikten korkar," dedi. "Bir şeyleri savunmazlarsa, varlıklarının anlamsızlaşacağını sanırlar."

Gregor başını salladı. "Ama bazen en büyük direniş, hiçbir savaşa katılmamaktır."

Franz ona uzun uzun baktı, sonra pencereden dışarıdaki yağmura göz gezdirdi. "Belki de haklısın. Ama unutmamalısın, Gregor. İnsanlar sadece kazanmak ya da kaybetmek için değil, bazen var olduklarını kanıtlamak için de savaşır."

Gregor derin bir nefes aldı. Sonra fincanını kaldırıp boş bir selam verdi. "O zaman, silahsız olmak da bir savaş biçimidir."

Franz gülümsedi. "Belki de en zor olanı."

Yağmurun sesi biraz daha yükseldi, kahvehanedeki uğultu arasında kayboldu. Ve Gregor, sessizliğin bazen en güçlü kelimelerden bile daha anlamlı olduğunu fark etti.

Sessizliğin En Güçlü Silah Olduğu Yer

Yağmur, camdaki izlerini daha da belirginleştirirken Gregor fincanını boş bıraktı. Franz karşısında oturuyor, çayını yavaşça karıştırıyordu. İkisi de konuşmadan bir süre sessizliği paylaştılar.

"Silahsız olmanın da bir savaş biçimi olduğunu söyledin," dedi Franz sonunda. "Ama insanlar seni savaşmadığın için unutursa?"

Gregor, bu sorunun içinde saklı tehdidi hissetti. Unutulmak… Yabancı da aynı şeyi söylemişti. Peki, gerçekten unutuluyor muydu? Yoksa sadece onların oyununu oynamayı reddettiği için görünmez mi oluyordu?

Bir an için geçmişine döndü. Hayatında kaç kez kendini savunmak yerine susmayı seçmişti? Kaç kez insanların hırslarının, güç savaşlarının, kibirli zekâ gösterilerinin dışında kalmıştı? Ve gerçekten kaybetmiş miydi?

Gözlerini Franz’a çevirdi. "Unutulmak bazen bir lütuftur," dedi sakince.

Franz kaşlarını kaldırdı. "Nasıl yani?"

Gregor hafifçe gülümsedi. "İnsanlar, hatırladıklarını zannederler ama aslında unutmak için hatırlarlar. Tarih, zaferleri yazarken kaybedenleri değil, susturulmuşları unutur. Ama bazen asıl gerçek, o sessizlikte saklıdır."

Franz düşünceli bir şekilde çayından bir yudum aldı. "Yani diyorsun ki, ses çıkarmamak, kaybolmak anlamına gelmez?"

Gregor başını salladı. "Tam tersi. Sessizlik, bazen en güçlü sestir. İnsanların içlerini kemiren, onları tedirgin eden, yüzleşmek istemedikleri bir aynadır. Ve aynadan korkanlar, en çok bağıranlardır."

Franz gülümsedi. "Sanırım şimdi anladım. Yabancı sana meydan okuduğunda, sen aslında zaten kazandın. Çünkü onun için önemliydin. Seni silahsız sanıyordu, ama asıl silahın, savaşmayı reddetmen oldu."

Gregor hafifçe başını salladı. "Belki de gerçek zafer, bir savaşın içinde olmadan da kazanılabileceğini bilmektir."

Franz güldü. "Kafkaesk bir cevap." 

İkisi de sessizce gülümsedi. Yağmurun sesi artık kulaklarına bir savaş çığlığı gibi değil, bir huzur melodisi gibi geliyordu.

Ve Gregor, savaşmadan da var olabileceğini anladı. Devamı 

Post a Comment

Daha yeni Daha eski