Bağıra Bağıra Susmak: Modern İnsanların Sessiz Çığlığı


Hayat… Çoğu zaman bir maraton gibi. Bizi sürekli bir koşuşturmaya, hedefe ulaşmaya, beklemeye, anlamaya, affetmeye, kabullenmeye zorlar. Ancak bu süreçte insan yorulur; hem bedenen hem ruhen. Şarkıların içinde kaybolur, birilerini beklerken zamanı tüketir, özlemle kavrulurken geçmişin gölgesinde yaşar. Affetmenin yükü ağır gelir, hoşgörünün sınırları zorlanır ve hatta boş vermek bile yorar. En sonunda, insanın yapabileceği tek şey kalır: Susmak. Ama bu sıradan bir suskunluk değildir. Can Yücel’in o derin dizelerinde bahsettiği gibi, “bağıra bağıra” susmaktır bu.

Hayatın Sessiz Çığlıkları

Susmak, çoğu zaman bir kaçış olarak görülür. İnsanlar, sustuklarında başkalarına mesaj veremediklerini ya da pes ettiklerini düşünür. Ancak gerçek şu ki, susmak her zaman bir teslimiyet değildir. Kimi zaman, insanın içinde kopan fırtınaların dışa vurulmuş en güçlü hali de olabilir.

Bağıra bağıra susmak, insanın içindeki çığlığı dış dünyadan saklamasıdır. Öyle bir çığlık ki, sessizliğiyle yankılanır, kalbe dokunur, zihni sarsar. Modern yaşamın hızına ve baskılarına karşı bir tür dirençtir bu. Çünkü günümüzde ne dinlenmeye, ne de anlamaya zaman vardır. İnsanlar konuşur, yargılar, bekler; ama kimse gerçekten anlamaya çalışmaz. İşte bu yüzden susmak bir tercihe dönüşür.

Yorgunluğun Kökleri

Can Yücel’in dizelerinde ifade ettiği yorgunluk, sadece fiziksel bir durum değildir. O, beklemenin, özlemenin, affetmenin yorgunluğundan bahseder. Beklemek, insana zamanın kontrol edilemez bir güç olduğunu hatırlatır. Özlemek, geçmişle gelecek arasında bir boşluk yaratır ve insanı içinde kaybolmaya zorlar. Affetmek ise ruhu iyileştirse de, bir parçayı geride bırakmayı gerektirir.

Tüm bu duygular bir araya geldiğinde, insanın ruhunda büyük bir yük oluşturur. Bu yük, konuşarak, tartışarak ya da haykırarak hafifletilemez. İşte bu yüzden insanlar bazen bağıra bağıra susar.

Susmanın Gücü

Susmak, bazen bir isyan, bazen bir kabullenme, bazen de bir başkaldırıdır. Toplumda sürekli konuşmanın, açıklamanın ve kendini ifade etmenin gerekliliği vurgulanırken, suskunluğun büyüklüğü göz ardı edilir. Oysa, suskunluk bazen konuşmaktan çok daha fazla şey anlatır.

Bağıra bağıra susmak, insanın kendine dönmesidir. Kendi iç sesiyle yüzleşmesi, düşüncelerini anlamaya çalışmasıdır. Sessizlik, bir terapi gibidir. Bu yüzden susan insan her şeye rağmen bir tür zafer kazanır. Çünkü susmak, kontrolün kendinde olduğunu göstermenin bir yoludur.

Sonuç: Sessizliğin Yankısı

Hayat, insanı yorar; buna şüphe yok. Ancak bu yorgunluğun içinde bile, susmak bir tercih olabilir. Bağıra bağıra susmak, kalbin derinliklerinden gelen bir çığlık gibi, herkesin duyamayacağı ama hissedebileceği bir sessizliktir.

Bu yüzden, hayatta bazen susmak gerekir. Konuşmanın fayda etmediği, anlaşılmanın mümkün olmadığı anlarda, sessizlik insanın sığınağı olur. Çünkü susmak, bazen insanın kendine söylediği en anlamlı söz haline gelir. Ve o sessizlikte, insan kendini yeniden bulur.

Suskunluğunuz, sizin en güçlü çığlığınız olsun…


Bağıra Bağıra Susmak

Melis, kalabalığın ortasında tek başına hissettiği bir gün daha yaşıyordu. İş yerindeki yoğunluk, arkadaşlarının ilgisizliği ve her geçen gün daha da ağırlaşan içindeki o tuhaf boşluk... Tüm bunlar birleşip Melis’in omuzlarına bir kaya gibi çökmüştü. Bugün de her zamanki gibi neşeli görünmeye çalışmış, etrafına gülümsemeler saçmıştı. Ancak içten içe bir sessiz çığlık yükseliyordu ruhundan.

Akşamüstü, iş çıkışı, şehrin gürültüsünden uzaklaşmak için sahil kenarına yürüdü. Denizin sesi, dalgaların hafif melodisi, ona bir nebze olsun huzur verir diye düşünüyordu. Ama huzur bir türlü gelmiyordu. Aksine, dalgaların düzenli ritmi içindeki karmaşayı daha da büyütüyordu.

Bir banka oturdu. Gözlerini denizin sonsuzluğuna dikti. Çantasından küçük bir defter çıkardı. Uzun zamandır yazmıyordu. Kalemi eline aldığında, kelimeler onun yerine konuşacak gibi hissetti. Ama yine de bir şeyler yazamadı. Kalem, defterin üzerinde duruyordu ama hareket etmiyordu.

“Ne söyleyebilirim ki?” diye düşündü Melis. “Kim anlar ki beni?”

Derin bir nefes aldı. Hayatı boyunca hep konuşmaya, anlatmaya, açıklamaya çalışmıştı. Anlaşılmayı beklemişti. Ama her defasında ya yanlış anlaşılmış ya da tamamen görmezden gelinmişti. Bu yüzden son zamanlarda susmayı öğrenmişti. Ama bu sessizlik, huzur dolu bir sessizlik değil, bağıra bağıra sustuğu bir çığlık olmuştu.

Yanında duran yaşlı bir adam, fark ettirmeden Melis’e bakıyordu. Uzun bir süre sonra Melis’in dikkatini çekti. Yaşlı adam gülümsedi ve yavaşça yanına yaklaştı.

“Yazamıyorsun, değil mi?” dedi adam.

Melis şaşırmış bir ifadeyle ona baktı. “Nasıl anladınız?”

“Kalemin duruşundan,” dedi adam. “Bu kadar sıkı tutarsan, kelimeler kaçar. Bazen bırakmak gerekir.”

Melis, adamın söylediklerini anlamaya çalışırken, yaşlı adam devam etti:

“Biliyor musun, insanlar seni anlamayacak diye korktuğunda, önce kendinle konuşmayı öğrenmelisin. İnsanlar seni duymasa bile, yazdıkların seni özgürleştirir.”

Melis bir süre düşündü. “Ama artık anlatacak gücüm yok,” dedi sessizce.

Adam başını salladı. “Belki de anlatmayı bırakıp sadece hissetmelisin. Bağıra bağıra sustuğun an, aslında en çok konuştuğun andır. O sessizlikte kendini bulursun.”

Melis, bu sözlerden etkilenmişti. Yaşlı adam hafifçe gülümsedi ve uzaklaştı. Melis, defterine tekrar baktı. Bu kez kalemi hareket etti. İlk kez kelimeler ona ağır gelmiyordu. Sayfaya şu cümleyi yazdı:

“Bağıra bağıra susuyorum; çünkü sesimin yankısını sadece ben duyabilirim.”

Melis, o akşam, sessizliğin bir yük değil, bir özgürlük olduğunu anladı. Ve belki de ilk kez, sessiz çığlığının yankılarıyla kendini buldu.



YORUM GÖNDER

Daha yeni Daha eski